15 Haziran 2010 Salı

Back to the Future


"Geleceği düşünme, gerçekleşmeyenler için üzülmemiş olursun böylece..." diyor. Düşünüyorum; gelecekte, önceden hiç düşünmediğim için kaçırdığım fırsatların pişmanlığını nasıl kaldırabilirim, bulamıyorum. Sahiden anı yaşamaya bırakırsam kendimi, yapmam gerekenleri ertelemiş oluyorum. Eninde sonunda olacakları, kendi ellerimle planlasam daha iyi olmaz mı? Karar veremiyorum...

Gelecekte, gerçekleştiremediklerime değil, gerçekleştirmek için adım atmadıklarıma daha çok yanarım gibi geliyor. O yüzden işte, temeli sağlam olsun diye ince eleyip sık dokuyor; ayrıntılara takılıyorum. Ama o anlamıyor. Çözmek için yırtındığım her sorun ona sıkıcı ve boş geliyor. Endişelerim abartı, korkularım saçma...

Geçmişte, ne yaşadıysam beni paranoyaya sürükleyen, gelecekte hayatımda olmasın istiyorum. Evet, düşünmüyorum diyorum ama her adımda geleceğim var aklımda. Düştüğüm yerde bir daha düşmek istemiyorum. Bir kez daha güvenip kırılmak, emek verip vazgeçmek, kendimi harap etmek istemiyorum. Hevesi geçen bir çocuğun bir kenara attığı oyuncak gibi boynu bükük, uğruna yaptığım her şeyin unutulmasına hayret ederek, parçalarımı toplamaktan korkuyorum belki. Belki de "İnceldiği yerden kopsun!" diyemeyecek kadar önemsiyorum bu kez...

Geleceğe dair kararsızlıkla geçen, bulanık bir hayatın ardından, ilk defa, biriyle bir geleceğim olsun istiyorum. Bunun verdiği şaşkınlıktan belki de, kişiliğimi bir yana bırakıp, söylediklerine kendi sözlerimden daha çok değer veriyorum. Kendi geleceğimde bunun getireceği sonu görsem de, onu dinliyorum. Fazla düşünmüyorum geleceği, belki de onun yaptığı gibi inceldiği yerden kopmasını bekliyorum...

Uyanıyorum, sadece 16 dakika olmuş. Film akmış, konuyu kaçırmışım. Korkularım yüzünden, anı yaşarken geleceğimden vazgeçmişim, ne garip... Hepsinin bir rüya olduğunu farkedince gülüyorum. Telefonu alıyorum elime, fotoğraflara bakıyorum. Gelecekte nerede olacağımız, ne olacağımız bilinmez ama dün yanımdaydı. Geçen ay da. Ve geçen yıl da... Her şeye, tüm paranoyama rağmen onca zaman sonra hala böyle bakıyorsa bana, neden olmasın diyorum. Hayal kurmuyorum hala, yasak ama umut ediyorum. Gerçekleşmeyenler için üzülsem bile, yaşadıklarımız için seviniyorum.

Ve gelecek, gelecek göreceğiz...

9 Haziran 2010 Çarşamba

Analiz


Her şey iyi gidemezmiş hissi durup dururken çıkmıyor ortaya. İnsan, hayatında her şey süt liman sanırken burun üstü düşmeye görsün birkaç kez, bu duyguyu taşımaya başlıyor işte o saatten sonra iyileşmeyen morluk niyetine...

Başka yer, başka zaman, başka insanla bile eski korkularını yaşıyor insan. Öyle korkuyor ki geçmiş kırgınlıklarından, çoktan değişse bile her şey, kendini korumak uğruna kapanıveriyor içine. Eski hataları yapmamak uğruna yeni insanlara yer açamıyor kalbinde. Kırılmamak için, hayatındaki insanı kendi kendini yer hale getirse bile duygularını saklıyor. Sanıyor ki çok özenirse, çok severse, değer verirse ve bunu ona hissettirirse yine acıyacak canı. Tıpkı önceki gibi, karşılığı bir hiç olacak emeğin. Alıştırdıkça onu, verdiklerinin sonu, aldıklarının başı olmayacak...

İnsan, çok incinince sanıyor ki herkes aynı hayatta, çok sevmenin sonu hep hüsran! Asıl hatanın, yanlış insanı çok sevmek olduğunu görmeyecek kadar aptallaştığında acıdan, doğru insandan kaçmayı marifet sanıyor işte. Uzak durunca, geçmişte yaptığından daha düzgün bir şey yapıyorum sanıyor... Oysa bilmiyor, şaptan şeker olmaz! Maya tutmayınca, ne yapsa ne etse, ne kadar sevse, emek verse de olmayacak bir duaya amin demiş olmak dışında bir şey yapmadı onca zaman. Bunu anlamayacak kadar çocuk olduğundan bunca yürek acısı. Aynı yöne, aynı açıyla bakmak ne kadar imkansız; aynı kararlılıkla bir yolu yürümek nasıl zor; büyüyüp değiştikçe, dahası farklılaştıkça bir arada olabilmek nasıl mümkünatsız görmediğinden hepsi. Çok sevip, onu şımarttığından falan değil; karşıdaki anlayamadığından bunlar. Doğruyu, hangi yanlışa yaparsan yap yanlıştır. Sevmek, özlemek, özenmek, üstüne titremek nasıl yanlış olabilir ki? En büyük eksi, hayatına aldığın insan aslında; bütün doğruları götüren o! Ama anlamıyor işte insan. Yorulduğundan belki de, anlayamıyor güya. Oysa yeni bir ilişkiye emek sarfetmemek için bunun ardına saklanıyor...

İnsan sanıyor ki, "Ben geçmişte çok üzüldüm, çok yıprandım..." dediğinde yeni ilişkisine gösterdiği özensizlik affedilecek. Umuyor ki, kırılmamak için karşısındakini kırması normal gelecek o zaman. "Mutlu olmak istiyorum" dediğinde, karşısındaki, ne olursa olsun, o sevmese de köpek gibi onu sevecek... Sanıyor ki, tepkisiz kaldığında karşısındaki daha çok titreyecek üstüne kendisini sevdirmek için. Sanıyor ki, sabrı hiç bitmeyecek! Onu, kendisinden bile çok düşündüğü için asla vazgeçmeyecek sevmekten karşısındaki. Eğer bu kez onun için bir insan kendinden ödün veriyorsa, bu hep böyle sürecek... Oysa çok severken de vazgeçebilir insan. Sürekli tosladığı duvarların ardındaki camdan kalbe ulaşmak için alternatif yollar aramaktan, kırıldığı halde kırılmamış, yorulduğu halde yorulmamış gibi davranmaktan cayabilir. "Bunlar ne ki? Neler geldi, geçti! Sen bunlarla mı başedemeyeceksin?" diyedursun herkes, bazen insan, diz boyu suda bile boğulabilir...

İnsan sanıyor ki, hiç kıyamam, kıramam... Oysa hiç varolmamış bir uyumun özlemi içinde geçen onca zaman sonra, gerçek uyumu berbat etmeye başlayan korku ile çok yol almış görünüp gerçekten sevmek nasıl olur bilmeyen bir insanın önyargısı arasında, nefes alabilmek için tek çaren kırmakmış bazen. Bitmeye yüz tutunca karşındaki insana güvenin, inancın, yüreğin parçalansa da dilinden zehir gibi sözler çıkabiliyormuş. Çelişkili ifadelerden, davranışlardan sonra insan, kendine ait sınırın sonunda her şeyi orta yere koyup, "Benden bu kadar!" diyebiliyormuş. Şimdi isteyen, istediğini seçmekte özgür...

Bir ilişki, tüm doğruluğuna rağmen durup dururken bitmiyor. İnsan, ilişkisinde her şey süt liman sanırken gözüne gözüne girmeye görsün birkaç kez anlamsız saçmalıklar, korkuyu taşımaya başlıyor işte o saatten sonra ilişki. Her şeyi doğru yapmak için onca çırpınıp, çok sevdikten sonra hele; iyileşmeyen morluk niyetine...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Mad


Algıladığım dünya, gerçek dünya ve olmasını istediğim dünya arasındaki farkı sikindirik bir sebepten karşımda bulup, her şeyi sorgulamaya başlamışken yoruldum. Düşünüp durup, anlamayıp, çözemedikçe dolanıp, saklanamadığımı; bir şeyleri abartıp, bir şeyleri yok saydıkça hayatımı mahvettiğimi sanıyorum. Bir ayrıntı olacak burada, belli ki iyi değilim. Aslında, hiçbir fikrim yok!

Her zamanki güçlü halim yok, evet. Bu korku hastalığı beni çöktürüyor. Ona kızıyorum, kendimi kırıyorum, hayattan bıkıyorum. Peki ben ne istiyorum? Yapılan da, yapılmayan da, söylenen de susulan da aynı yere varacaksa sonunda, neden kafa yoruyorum? Buraya getirmek için bunca çabaladığımı yıkmaya çalışıyorum. Dikiş dikip sonra da sökmek değil mi bu? Ah kesinlikle bir şey anlatmaya çalışıyorum!

Destemdeki kartlardan biri onda ama o oynamayı bilmiyor. Enkaza dönüşmem için tek bir sözü yeterli belki, belki de öyleyim çoktandır; farkı göremiyorum. Kocaman yükler değil, beni kendimi taşımak yoruyor zaten. Çünkü sadece bir muz ağacıyım.

Ve evet, mütemadiyen deliriyorum. Şimdi susmam lazım...

20 Nisan 2010 Salı

Asleep


"Beni neden seviyorsun?" dedi kadın. Baktı uzun uzun gözlerine, bir cevap alamadı. Susmadı yüreği, yine sordu: "Beni seviyor musun?" Sessizlik...

Gecenin erken saatleriydi daha. Havadaki ağırlık geldi, içine doldu. Sanki güneş parlamayacak ertesi sabah, sanki nefesi asla tam dolmayacak bir daha göğsüne! Sanki kördüğüm içinde, bir şey alamadan, veremeden çekip gidecek aniden...

İzledi uzun uzun yüzünü. Neyi düşündüğünü unutmuş, evini şaşırmış, aidiyetsiz, sahipsiz bir hayalkırıklığı gördü en çok. Ayak izi bile yok ardında; küs, kırık yürüyen biri kendinden uzağa... Yüzünde en çok kimsesizlik...

"Neden?" dedi kadın. "Neden bu kadar incinebilirsin? Neden kırılıyor hemen kalbin? Neden dokunsalar ağlamaya hazırlıyorsun hep kendini? Neden bam telin bunca yakın yüzeyine?" Baktı aynada uzun uzun yüzüne... "Neden mutsuz olmak için binlerce neden üretebilirken, mutlu olmak için kendine izin vermiyorsun?" dedi. Yanıt, gözlerinden geldi usulca...

Bir damla gözyaşı, yetti her şeyi anlatmaya ama çözemedi hiçbir şeyi... Söndürdü kadın ışıkları. Gece, örtüp üstünü karanlıkla susturdu düşünceleri. Bomboş gözler, aynada bir yabancıya baktı...

Şimdi, uykusuzluk vakti...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Made in Heaven


Yazmak için beynim kaşınırken, fikrim parmaklarımdan sayfaya akmayı reddediyor. Yarım kalmışlık hissim öyle baskın ki, baş ağrımı tetikliyor. Önümde uzun bir gece, yapılacak onca şey varken, içime tuttuğum aynadan sadece bir "hiç" yansıyor. Bu kez gerçekten 'yok bir şey'...

Ok, yaydan çıkmak istiyor ama hedef yok. Neyi, neden vuracağımı; neyi, nasıl yazacağımı toparlayamıyorum. Halbuki mutsuzum ve benim ana besinim bu. Böyle huzurlu bir mutsuzluk, derin bir moral bozukluğu içindeyken üretememeyi çok garipsiyorum. Basit, yalın, net olarak aktığım satırlarım boş kalıyor bu gece...

Cennette oruç tutmak gibi yaşamak şu an. Ayağıma gelen fırsatı tepiyorum. Kendimi tutup, hislerimi biriktirmek şu an en iyi yaptığım şey. Sadece özlüyorum...

Anafor ile metafor arası, mesaj kaygısız bir-iki cümle arası rahatsız bir uyku bastırıyor. Daha fazla bakmaya gerek yok; ayna, bana umut dışında bir şey göstermiyor. Kendimi zorlasam da hatırlayamadığım geçmişin içinden bana ulaşan tek şey gün ışığı artık. Tek bir insanı aydınlatıyor...

Sıfır olmanın bilinci ile kendime sarılıyorum. Ve 2. gün, sessiz sedasız bitiyor...

10 Nisan 2010 Cumartesi

The Catch



Bambaşka hayatların, bambaşka açılarını yakalamak için illa bir alete mi ihtiyaç var? Anı ölümsüzleştirip bir kareye hapsetmekte mi büyü? Sanmıyorum. Sadece sürekli unuttuğum küçük mutlulukları anımsamanın en güzel yolu gibi geliyor fotoğraf çekmek. Ve o makinede değil mucize, olup biterken değeri anlaşılamayan o anlara sonradan bakmakta sadece...

Gün gri ya da ışıyor... Çiçekler renk renk ya da solmuş... Bahar ayları ya da kış... Zamanın ne önemi var? Yakalamak istediğim huzur, mutluluk, neş'e sadece. Güzellik dediğin içinde bunlar olan şeyler değil mi zaten? Estetik dediğin, o kareye ilgi ve sevgiyle bakmak bazen...

Her şeyi bir yana bırakıp, bütün gün dolaşmak istiyorum. Dokunduğum her şeyde, konuştuğum her insanda, baktığım her yerde yaşama dair ne varsa yakalamak istiyorum. Anlayarak anlatmak istiyorum. Her şeyi fotoğrafa hapsetmek değil, gördüğüm gerçeği resmetmek istiyorum...

Çok zaman oldu, çok şey geçip gitti yakalayamadan. Çok şey unutuldu, çok şey atlandı kodlayamadan... ve ben fotoğraf çekmeyi çok özledim!

7 Nisan 2010 Çarşamba

Spring Breeze



Bahar gelince daha mutlu, neşeli, hareketli olması beklenir ya insanın; her işim gibi bu da ters. Kendimi öyle yorgun, bitkin ve uyuşuk hissediyorum ki! Üstüme çığ düşmüş, kalkamamışım daha...

Çiçekler açılıyor, ben kapanmak istiyorum içime. Küçükken annemin bacaklarına dolanıp, kafamı eğince görünmediğimi sandığım o günlere dönmek istiyorum. Gerçekten nefes alabilene dek öylece uzanıp tavana bakmak istiyorum. Susmak istiyorum, durmak istiyorum. Sadece olmak istiyorum...

Bir gün, ucuna tünediğim koltukta uyandığımda, güneşi tembel tembel yüzümde gezinirken, tertemiz bir umudu da içimde peydah olmuşken bulmak istiyorum. Mutlu olduğumu bilmeme rağmen mutsuz şeyler yazmayı bir kenara bırakıp, kötü bir şey olacak hissinden kurtulmak istiyorum...

Bir gün, hayatımda sadece bir gün; birine gerçekten güvenebilmek, açılabilmek, korkmadan sarılabilmek istiyorum...

Bir bahar, doğduğum gün ağladığım kadar ağlayıp, sonra hep gülmek istiyorum. Bahar, bir tek doğaya değil, kalbime de gelsin n'olur?!
Belki çok şey istiyorum kendimce, belki saçma düşününce ama ne imkansız diye bir şey var, ne de düşündüğün her şey mantıklı ömrünce...

;;